9 Mayıs 2019 Perşembe

Endoktirinasyon ve Türkiye-1

Endoktirinasyon Nedir?


Sözlük anlamı: Belirli tavırların ve inançların , bireylere, onların entelektüel otonomilerini ortadan kaldıracak ve akli melekelerini kullanmalarını engelleyecek şekilde aşılanması. Olan ''Endoktirinasyon'' semantik olarak; doktrin (öğreti) kelimesinden türemiştir. kelime anlamı "endoktrine etme"dir.




Yaygın kullanımı ise, "belli bir doktrinin (öğretinin) mutlak bir doğru imişçesine, dogmalaştırılarak ve eleştirel düşüncenin varolmadığı bir ortamda telkin veya dikte edilmesi"ne karşılık gelir.

Bir ideolojik aygıt olarak endoktirinasyon; terör örgütleri, totaliter devletler, dini cemaatler, marjinal siyasi partiler ve hatta devletin bir ideolojik aygıtı olarak (gizil müfredat) Milli Eğitim de bile kullanılır. Genellikle bir ''zihin tecavüzü'' olan endoktirinasyon işlenmek için seçilmiş kurbana aynı bir istismarcının şiddet uygulaması gibi küçük dozlar ile işlenir. Keza istismarcı istismar edeceği eşine şiddeti direk ilk günden uygulamaya başlamaz zaten durum böyle olsaydı dünya da istismar vakaları da olmazdı istismarcı ilk olarak; istismar edeceği kurbanın çevresini kuşatır onun kendi yanında çok iyi ve yücelmiş hissetmesini sağlar ve kurbanı kendisine bağlar ardından kurbana ilk olarak çevresindekiler ile ilişkisini kesmesini işlemeye başlar.

Örnek olarak; Erkek istismarcının kurbanın hayatındaki tek erkek olmak istediği için diğer bütün erkek tanıdığı ve arkadaşları ile ilişkisini kesmesini istemesi gibi. Böyle bir durumda sevildiğini hisseden kurban durumun vahametini anlayamaz ve istismarcının isteklerine boyun eğer sırayla önce erkek sonra kadın arkadaşlarını daha sonra ailesini hayatından çıkartmaya başlar kurbanın hayatında sosyal olarak sadece istismarcı kaldığında ve istismarcı kurbanın sosyal hayatı üzerine söz söyleyen tek kişi olduğunda istismarcı tarafından ikinci adıma geçilir, istismarcı artık psikolojik baskılara başlayacaktır, baskı önce kurbanın giyimi (o etek çok kısa) daha sonra düşünceleri ile ilgili olup (tutuğun takımı değiştirmelisin, siyasi düşünceni benimkine uygun şekilde değiştirmelisin) en son ise  psikolojik şiddete dönüşecektir (ben olmadan bir hiçsin, geri zekalısın, beceriksizsin, başarısızsın vb.) bu eşikte aşıldıktan sonra artık kurban istismarcının eline düşmüştür, psikolojik ve fiziki her türlü şiddete açıktır çünkü sürekli değersiz bir insan olduğu işlenmiş artık kendisini istismarcısının gözleri ile görmeye başlamıştır istismarcı artık kurban üzerinde her türlü tassarufa sahiptir istismar döngüsü bir şekilde kırılana kadar kurban istismara katlanacaktır (bazen yıllarca süren bazen aile fertleri ya da eski arkadaşların kurbanın gözünün açılmasını sağlayacak adımlar atmasının ardındından genelde istismar son bulur). 



Yukarıdaki örnekte de gördüğümüz gibi bazen sosyal medya da kaşılaştığımız ve anlam veremediğimiz kadına karşı şiddet vakaları da aslında iki kişi arasında geçen uzun süreli bir istismar programının sonucu ortaya çıkar. Çoğumuz şu soruyu sorarız ''dayak yiyorsa o adamla neden kaldı?'' işte bu soruyu nasıl bireyler arasındaki ilişkilerde soruyor isek, toplum-devlet ya da toplum-parti toplum-cemaat toplum-örgüt ilişkilerinde de sormaktayız. Nasıl olur da bir insan bedenine bomba bağlayıp maç çıkışında onlarca insanı öldürmeye ikna edilebilir? işte bütün bu soruların cevabı sosyal bir hayvan olan insanın psikolojisinde gizlidir, insan sosyal bir varlık olduğu için kendisini içinde yaşadığı toplumun gözü ile'de görür elindeki tek sosyal, giri kaynağı kendisini istismar etmek isteyen bir çıkar grubu yada kişi ise insan yapısı gereği dışarıdan gelen girdiye göre şekillenecektir. 


Devletin İdeolojik Aygıtı Olarak Endoktirinasyon



Devletin ideolojik aygıtları denilince kuşkusuz akla ilk olarak Nazi Almanya'sı gelmektedir, büyük bir propaganda makinesi gibi davranan bu devlet Hannah Arendt'in değerli eseri ''Kötülüğün Sıradanlığında'' değindiği gibi Nazi savaş makinesinin yarattığı yıkımları normalleştirme üzerine kurulmuştur. Eğitim, medya, sosyal yaşam, sanat gibi bütün toplumsal hatlar kuşatılmış ve tek elde tek bir dogmanın propagandasının yapılması için kullanılmış Alman toplumu Nazi partisi tarafından ''zihin tecavüzüne'' maruz kalmıştır. 

Örnek olarak Nazi Almanya'sındaki ilk okul soruları gösterilebilir: 


“Akıl hastası bir insana bakmak günde 4 rm’a (reich mark) mal oluyor. 300 000 Akıl hastası insan var. Bu insanlara bakmak toplam kaç rm’a mal oluyor?
Bu parayla 1000 rm’lık kaç evlilik kredisi verilebilir?” 

“Bir bombardıman uçağı kalkışta her biri 10 kilo ağırlığında 12 düzine bomba taşıyor. uçak, Yahudiliğin uluslararası merkezi Warşova’ya doğru hareket etti. Şehri bombaladı. Kalkışında bombalarla birlikte 100 kilo da benzin taşıyan uçak 8 ton ağırlığındaydı. Seferden döndüğünde hala 230 kiloluk bomba kalmıştı. Uçak dönüşünde kaç kiloydu?”

Kitaplarında bunlar gibi soruların bulunduğu ırkçı ve empati yoksunu insanlar yetiştirmeyi hedef edinmiş bu eğitim sistemi, öğrencilere ayrıca Führer'e koşulsuz şartsız biat etmelerini de empoze ediyordu. Alman öğretmenler çocuklara; Hitler sevgisini, devlet otoritesine itaati, militarizmi, ırkçılığı ve Yahudi karşıtlığını öğretmekle mükellefti. Öğretmenlerin tamamına yakını Nazi öğretmen birliği üyesiydi. Tarih derslerinde ise sadece Alman tarihi anlatılmaktaydı. Diğer ülkelerin tamamının Alman ari ırkının düşmanı olduğu algısı oluşturuluyordu (tüm ülkeler direk ya da dolaylı olarak Yahudiler tarafından yönetilen bozuk ırka sahip halkların yaşadığı yerlerdi). Geçmişte Almanların yaptığı işgaller yüceltilerek Nazi rejimi ile ilgili ortak noktaları vurgulanıyordu.

Toplamda 27 ülkeden 20 milyon insan katleden Nazilerin Rusya ve Polonya'dan sonra en çok can aldığı ülke 750.000 almanla kendi ülkesidir. Bir milletin bunu yaparken ülkesine hizmet ettiğini düşündürme derecesinde bir gözü dönmüşlük endoktrinasyonun etkili bir yöntem olduğunun kanıtlarından biridir.

Örneğin: gençlerin yüzde 90’ı, zorunluluktan, korkudan veya bağlılıktan dolayı Hitler gençliği’ne üyeydi ama bu gruba katılmaya karşı çıkan ''Edelweisspiraten'' (Korsanlar) adlı çoğunluğu 16-17 yaşında olan genç grupları da vardı. Bunlar devlete ve devlet tarafından onaylanmış gruplara kültürel ve politik olarak isyan ediyorlardı. Amerikan müziği dinliyor, saçlarını uzatıyorlardı. nasıl giyineceklerine, ne düşüneceklerine, nereye gideceklerine karışılmasını istemiyorlardı. Bu direnişin güçlenmemesi için yakalananlar baskı ve işkenceyle karşılaştılar ve çoğu çocuk çalışma kamplarına gönderildi,örnek olsun diye idam edilen bir grup çocuk bile vardı.




Biri Manisalı Çocuklar davası mı? dedi.


Tamam ben söyledim, çünkü Türkiye özelinde bu konunun da bir tahlili yapılmasaydı bu bölüm eksik kalırdı, keza Türkiye de sosyalizm'in halk tarafından öcü gibi görünmesinin ardında da aslında merkez medya ve eğitim eli ile yaratılan ''Marksist-Leninist Terör Örgütü'' Öcüsü'nün büyük bir etkisi vardır. 1980 darbesi öncesi yaşanan goşist dönem ve ardından ortaya çıkan PKK ve DHKP-C gibi örgütlerin halkın gözü önündeki Sosyalist Terzi Fikri imajını alıp bir kaç yıl içerisinde sosyalizmi bir ''Vatan hainliği ideolojisi'ne'' çevirmiştir. Halkın gözünde: Apocular ve Karataşçılar sosyalist bir kökenden gelmektedir o zaman solcu olan her şey aslında öyle ya da böyle terörizm ile bağlantılıdır, eğer onları önce biz vurmazsak bir gün gelip bizi vuracaklardır. O zaman bu adamlara karşı hangi örgüt ya da partiden olursa olsun uygulanan şiddet meşrudur. Bu bir gün yolsuzlukları araştıran bir gazeteciye işkenceyi meşru görmek bir gün 12 yaşındaki çocuklara yapılan işkenceyi meşru görmek (su testisi su yolunda kırılır) bir gün ise toplanıp bir otel dolusu Alevi (dinsiz mum södücüler) ve solcuyu (Vatan Millet Din-Diyanet düşmanları) yakmaya çalışmak gibi vahşi eylemlere katılmak ve savunmak olarak ortaya çıkar. Aslında bu eylemlere katılan insanlar normal şartlarda kötü insanlar değildir ülkenin jeopilitiğini, ekonomik ve siyasi durmunu tahlil edecek kadar eğitimli olmayan bu kitle ne solu ne sağı ne terörü ne ekonomik krizleri tahlil edememektedirler ve bu yüzden kendilerine yaşadıkları kötü hayatın ve ölüm tehlikesinin sorumlusu olarak gösterilen düşmana saldırmaktadırlar. Normal şartlarda aslında asla gerçekleştirmeyecekleri insan yakma gibi bir eylemi kendilerine sürekli medya-cemmat-parti üçgeninde sunulan çarpıtılmış gerçekliğe kapılarak katılmaktadırlar. 





Burada yukarıda bahsettiğim insanlar ile ilgili ''normal şartlarda kötü insanlar değildir'' derken  ne demek istediğimi açıklamak için Arendt’in kötülüğün sıradanlığı kitabına başvurmam gerekiyor sanırım:

Eichmann davasında herkes karşısında yahudiler’den nefret eden, sapık ve sadist, hasta ruhlu, kötü mü kötü bir cani görmeyi bekliyordu; oysa, Arendt’in sözleriyle, “Eichmann’ın yahudiler’den hastalık derecesinde nefret eden fanatik bir antisemit olduğu veya birilerinin onun beynini yıkadığı falan yoktu.” (s. 36) aksine, Adolf Eichmann son derece sıradan, hatta fazlasıyla sıkıcı bir bürokrattan başka bir şey değildi. hatta mahkemenin başlarında, kullandığı “resmi dil” sebebiyle özür diledi, zira kendisinin “tek dili, resmi yazışmalarda kullanılan bu dil” idi, bu sebeple sorulara verdiği cevaplarda “her zaman aynı şeyleri aynı biçimde ifade ediyordu” (s. 59). doğrusu dil, belki de Derrida’nın dediği gibi “yozlaşmanın başlangıcı”ndan başka bir şey değildi. çünkü Nazi Almanya’sında “öldürmek”ten, “gaz odaları”ndan, “imha”dan, “soykırım”dan kesinlikle bahsedilmiyordu, hiçbir resmi belgede bu tarz “kötü” ifadelere rastlanmıyordu. zira bu işler için belirlenen kod adlar “nihai çözüm“, “tahliye” ve “özel muamele“ydi (s. 94). Arendt bu durumu şöyle açıklıyordu: “bu dil sisteminin asıl etkisi, söz konusu insanları yaptıklarından bihaber tutması değil; insanların yaptıklarını, cinayet ve yalanlarla ilgili eski, ‘normal’ bilgileriyle aynı kefeye koymalarını önlemesiydi” (s. 95)."

“Eichmann, Pontius Pilatus gibi hissetmesine fırsat veren pek çok durumla karşılaşmış, ama zaman geçtikçe bir şeyler hissetme gereksinimini kaybetmişti. işler artık böyle yürüyordu, bu toprakların yeni kanunu böyleydi, her şey Führer’in emirlerine dayanıyordu; düşünüyordu da, ne yaptıysa, yasalara bağlı bir vatandaş olarak yapmıştı. polise ve mahkemeye tekrar tekrar anlattığı gibi, görevini yapmıştı; sadece emirlere değil yasalara da uymuştu.” (s. 142).

Arendt’e göre: totalitarizm, aydınlanma hareketleriyle kazanılan bireysel özgürlük fikrinin aşınması ve kitlelerin gerçeklikle ilişkisinin kesilerek, düşünme yetilerini kullanmayı engelleyecek ortamın oluşturulmasından geçiyordu. mevcut yönetim, totaliterleşerek gücünü arttırmak için mensubu bulunan toplumuna sürekli sanal düşmanlar, savaşlar ve zorluklar göstererek bunu elde etmek isteyebilirdi. 

Aslında bizim karşı komşumuz kadar sıradan bir insan olan Otto Adolf Eichmann kendi ifadeleri ile: yahudilerden nefret etmiyor, hayatında hiç birini öldürmemiş, yahudileri de öldürme gibi bir düşüncesi olmayan biri. Lakin böyle sıradan insanların bir adım geriye atıp yahu biz ne yapıyoruz? deme cesaretini gösterememesi aslında otoritenin merkez medya eliyle yarattığı düşmana karşı yapılan direk ya da dolaylı bir kışkırtmanın, bizim ülkemizde de ne denli korkunç olaylara sebep olduğu/olma ihtimalinin olduğunu göstermetedir mesela bu gün Manisalı çocuklara işkence yapan polislere sorsak onlar: ''aslında niyetlerinin kötü olmadığını ülkelerini komünizm tehdidinden korumak istediklerini'' söyleyeceklerdir. Sadece kendilerine verilen emirleri uygulamışlardır ve büyük ihtimalle her biri küçük birer Eichmann'dır. Ya da Madımağı yakan kitledekilere sorsak her biri: ''aslında kötü bir niyetlerinin olmadığını vatan millet din-diyanet düşmanlığı yapan teröristleri yaşatırlarsa bu teröristlerin kendilerine ve ülkelerine zarar vereceğini'' söyleyeceklerdir.

Peki gerçekten suçlu kimdir? bu kitleler mi? yoksa onları Medya-Cemmat-Parti üçgeni ile endoktirinasyon sürecinden geçirip beyinlerini yıkayanlar mı?

Tecavüz gibi suçların ayyuka çıktığı haberlerin altına yorum yapan  insanlara bakın suç ile ilgili birer kriter sahibi (etek giyene tecavüz ederler) olan bu insanlar potansiyel birer tecavüzcü ve kötülüğün ne kadar sıradan bir şey olduğuna kanıt değil midir? Bu insanlar ağaç kavuğundan mı? çıkmıştır yoksa yıllar içerisinde içinde yetiştikleri sosyal ortamın dayattığı değerler(!) ile mi? yoğrulmuşlardır. 

Yeniden soruyorum Suçlu Kimdir?

Yaşar okuyanın Bir röpörtajında: Biz İnönü için asker kaçağı derdik insanlarda inanırlardı.

Açıklaması bile aslında akıl izan almayan bir çok şeyin insanlara endoktirinasyon ile nasıl kabul ettirileceğinin korkunç bir kanıtıdır. Keza Halkın Kurtuluş Partisinin Anıtkabir'e kırmızı sarı renkleri kullandığı için alınmamasının ardında da bu yıllardır süre gelen endoktorasyon vardır. Şayet anlayış şöyle işlemektedir: Kırmızı-Sarı renkleri kullanıyorsa komünisttir komünist ise teröristtir. O zaman bu insanlar normal birer vatandaş gibi davranılmayı hak etmemektedirler.

Yıllarca merkez medyanın ''Marksist-Leninist Terör örgütü'' tamlamasını kullandığı bir ülkede bu yapılan haksızlığa rıza üretmek zor olmasa gerek. 

Bu fotoğraftakiler ve pankart bir terör örgütüne aitmiş gibi mi? duruyor.


1980 Darbesi ve Cemmatler Eli ile Endoktirinasyon




Bilindiği gibi 1980 askeri darbesinin en önemli etkilerinden biri; sözde apolitik bir nesil yetiştirmiş olmasıdır. Sözde apolitik diyoruz çünkü hiç bir düzen apolitik bir gençlik istemez, aslında istenen komünizm ve milliyetçilik gibi neo-liberal politikalara karşı çıkabilecek ideolojileri takip etmeyen koyun gibi güdülebilir bir nesil yetiştirmektir. Peki böyle bir nesil nasıl yetiştirilecektir? Gençler siyasette üreten olmaktan çıkartılıp nasıl edilgen bir yapıya çekilecektir? Bunun cevabı tabi ki de cemmatler eli ile olacaktır.


1980 Darbesinin ardından ortaya konulan seçim barajları ve siyasi partilere devlet yardımı yapılması
gibi yasalar ile önce merkez siyaset dizayn edilmiştir artık siyaset sadece ''parası olan'' ya da siyaseti bir ''kariyer'' olarak gören kişilerin atılabileceği bir meftuma dönüşmüştür. Millet vekilleri teknokratlardan esnaflara doğru evrilmiştir, artık %10 barajını aşabilen herkes ''devletin malına'' ortaktır şayet arkasına sermaye desteği alamayan hiç kimsede siyasette barınamamaktadır.

Ülke hapishanelerinde ağır işkenceler yapılmakta medyadan sürekli ''Anarşi son buldu'' propagandası yapılmakta bu yolla halkın rızası sağlanmaktadır. Bunlar zaten bilinen şeyler, yine o dönem gençliğin dönüştürülmesi için komünizm ile mücadele derneklerinde yuvalanan cemmatlerin'de devlet eli ile desteklendiği'de bilinen şeyler. Keza konu ile igili Soner Yalçının yazılarının okunmasını öneririm. Yazı-1 Yazı-2 Yazı-3 Yazı-4 Yazı-5 Yazı-6

Burada asıl işlemek istediğim konu Bu cemmatlerin endoktorinasyonu nasıl kullandığı ve militanlarını nasıl yetiştirdiği üzerinedir. Türkiye de dini Cemmatler bir cami cematinin aksine yurt dışında ''Cult'' denilen ve dilimizde tam karşılığı olmayan topluluklara denk gelmektedir. Kullanımda yer eden kült terimi, Amerikan Psikiyatri Sözlüğünde “bir dogma yahut dini öğretiye dayalı, genelde toplumun kabul görmüş inanç ve değerleriyle karşıtlık gösteren inanç ve ritüeller sistemi” olarak tanımlanır. Bu Cemmatler farklı ihtiyaçlara göre kurgulanmış (Zengin ailelerin çocukları için adnan oktar cemmati Başarılı çcoukları bulup devlete sızdırmak için fetullah gülen cemmati gibi) ve toplumun yapısını neo-liberal dünyanın ihtiyaçlarına göre yeniden yapılandırmak için kullanılmıştır.

Bu yapılarda aynı yukarıdaki istismar örneğinde belirtiğimiz gibi kurbanlarına kendi sapkın inançlarını yavaş yavaş empoze etmekte, onların bütün sosyal çevrelerini sarmakta maslowun ihtiyaçlar hiyerarşisindeki sevgi ait olma adımı üzerinden onları manipüle ederek birer militana çevirmektedir. Bu tip yapılara gönüllü katılan ya da bu yapılar tarafınan kurban seçilen insanların iki ihtiyacı bu yapılar tarafından giderilmektedir. İlki, hayatlarında eksikliğini hissettikleri manevi anlam arayışı, ikincisi ise kompleks bir dünyada kendilerine yol gösterecek daha üst seviyede ve bilgili bir otoritenin kılavuzluğuna duydukları ihtiyaç. 


Herkesin içinde iyi bir sosyal ortama sahip olma, sevecen ve ilgili bir grubun parçası olma gibi istekleri vardır. Bu, istekten öte bir ihtiyaçtır. Cemmatler üyelerine bir barınak vaat etmektedir: ideolojik birliktelik, elinden tutacak bir dost ağı, bir yazgı kardeşliği. Bu paylaşımın sıcaklığı, karşı konulması zor bir ayartmadır. Uygun bir fırsat doğduğunda, bu ihtiyaç, muhakeme yeteneğini ve algıyı etkileyerek kişiyi bir cemmatin sömürüsüne açık hale getirir. İnsanlar bir cemmate katıldığı zaman grubun korumasından istifade ederler. Ancak bunun bir bedeli olacaktır. Kişi özgür bir birey olmaktan vazgeçer ve kendi özgün fikirlerini dışarıda bırakarak tek tipleşmeyi kabul eder. cemmat üyesi kapana kısılmış, gerçekçi olmayan ve kaskatı bir düşünce sisteminin içine kilitlenmiş kişidir.

Cemmat liderleri mutlak itaat ve sadakat ister ve eleştiriyi bastırırlar. Etraflarına çok özel bir bilgi ile donanmış ve ilahi bir güce sahip oldukları fısıltısını yayarlar. İnsanları kendilerine bağlamak için aynı bir istismarcının yapacağı gibi aile bağlarını ve dışarıda sahip oldukları sağlıklı ilişkilerini zayıflatır, kurulabilecek tek ve iyi ilişkinin kendileri ile olduğuna inandırırlar. 



Cemmat üyesi, dışarıdaki gerçeklikleri fark etmesin diye sürekli meşgul edilir. Kuşandığı at gözlüğü yüzünden dışarıdaki insanların bakış açısını anlayamaz hale gelir ve bu yüzden farklı düşüncelere tahammülü azalır. Cemmat içerisinde üyelerin düşünce özgürlüğü yoktur. Düşünce özgürlüğü Cemmat önderinin özellikle kaçınacağı bir şeydir. O yüzden benzer düşünceler ödüllendirilirken, farklılık ve gruptan farklı olan düşünceler cezalandırılır. Cemmatin ana düşüncelerinden birisi de şudur: “biz güvendeyiz ve doğru şeyi yapıyoruz, ötekiler yanlış yapıyor ve günaha giriyor” Bu anlayışta cemmatin üyelerinin kendilerini ahlaki olarak diğer insanlardan üstün hissetmesine sebep olur,  bir sonraki aşama ise “diğerleri kötü, biz iyi tarafız” anlayışıdır. Bu anlayış çok tehlikelidir çünkü önce nesneleştirilen sonra da  kendinden olmayana, zarar verme, şiddete yönelme eğilimi de ortaya çıkartır linkte  görülen fetöcü polislerin zir vadisi kazılarında Nasıl olsa kazık attık derkenki keyifleri de aslında bu psikolojinin bir iz düşümüdür. Kendinden olmayanlar, Cemaat üyesinin gözünde herkes tarafından yaşam hakkı elinden alınabilecek, hak sahibi olmayan bir homo sacer’dir. Dışarıdaki kötü olarak algılanınca, onları yok etmek veya onları türlü yöntemlerle “kurtarmak” meşrulaştırılır. Hiçbir Cemaat “belki de biz yalnışızdır” diye düşünmez ve sorgulamaz çünkü o zaman o cemaat var olamaz.

Zaman içinde Cemmatin soğuk ve cezalandırıcı tarafı ortaya çıkmaya başlar. Cemmatin eylemlerini sorgulayan üyeler (kul hakkı, cinayet, kumpas vb.) dışlanır ve yalnız bırakılır. Böylece şu mesaj verilir: ‘Cemmat sana vermeyi bildiği gibi almayı da bilir’. Ceza almaktan ve hikmetinden sual olunmaz lider tarafından aşağılanmaktan korkan kişi, kendisi de etik olmayan yollara sapmaktan, türlü hile ve desiselerle insanları yıldırmaktan ve kandırmaktan imtina etmez. Cemaate katılmadan önce sahip olunan ilke ve ahlaki ölçütler yoktur artık o kişide. “Grubun selameti adına” ve “grubun üstün menfaatleri için” gerekçeleriyle ahlak dışı davranışlar rasyonalize edilir.


Politik olarak, bu psikolojiye sahip insanlar, yukarıda da belirtiğimiz gibi 1980 sonrası dizayn edilen siyasetin ana taşıyıcı unsuru olmuşlardır. Ülkenin fakir ama çalışkan çocukları cemaat tarafından hedef seçilmiş bu çocukların aileleri geneli dindar olan insanlar oldukları için çocuklarını bu ''dini vakıf'' adı altında örgütlenen yurtlara ya da abi evlerine yollamış ve cemaat kendisine bağlı bürokrasiye sızmak üzere yetişmiş bir militan kadro yetiştirmiştir.

Bu kadro her ne kadar Mit ve TSK tarafından milli güvenlik sorunu adledilse'de Türkiye bürokrasisindeki merkez sağ Amerikancı etkisi ve AKP iktidarı sayesinde devlete sızdırılmışlardır. Sistem çalışkan bir çocuktan bir terörist yaratmıştır. Aynı Nazi gençliğinin yaratılması gibi bu yeni kayıp gençlikte bir çok acıya sebep olmuştur.

Birey-birey Devlet-birey Cemaat-birey ve Medya-birey ilişkilerini endoktirinasyon ve kendine yabancılaşma üzerine işledik, aslında neredeyse hepsi aynı psikolojik manipülasonun birazcık farklı şekillerini işlediğini hepsinin kökeninde Muzaffer Şerifin Grup psikolojisi tezlerinin bulunduğunu gördük. Peki gelin şimdi çuvaldızı kendimize batıralım nereden çıktı bu Marksist-Leninst Terör örgütü? ve nasıl işlemektedir. 


Örgütün İdelojik Aygıtı Olarak Endoktirinasyon


Aslında Sol adına yapılan terör eylemlerini anlamak için önce ''Goşizm'' terimini iyi bilmek gerekir
Goşizm: Fransızca gauche (sol) dan gelir. Sol sapmadan müzdarip kişiler için kullanılan bir siyasi terimdir, Vilademir İliç Lenin'in Sol Komünizm ya da sol radikalizm bir çocukluk hastalığı  diye çevrilen eserlerinde de iyi bellemek gerekir. Burada Lenin ünlü otomobil hırsızlığı örneğinin yanı sıra şöylede güzel bir cümle kurmuştur: Savaşın düşman için elverişli olduğu apaçıkken, savaşın bizim için elverişsiz olduğu besbelli iken, savaşı kabul etmek bir cinayettir ve bizim için elverişsiz bir savaştan kaçınmak için 'dolambaçlı yollara, anlaşmalara ve uzlaşmalara' başvurmayı bilmeyen devrimci sınıf siyasîleri beş para etmez" (Werke, Cilt 31, sayfa 63)


Alman solcuları diğer partiler ile uzlaşmayı kesinlik ile reddeden bir siyasi çizgi izlemeye başlayınca onları şöyle eleştiriyordu.


Almanya sollarının hem Ekim Devrimi'nden önce hem de sonra, Bolşevizm'in tarihinin dolambaçlı yollara başvurmalarla ve burjuva partileri dahil öteki partilerle anlaşmalarla ve uzlaşmalarla dolu olduğunu bilmemeleri mümkün değildir!"

Goşizm Komünist hareket ve işçi sınıfı içinde teoride ultra-devrimci pratiktede maceracı olan, marksizm ve leninizmi tahrife yönelen bir sapmadır. komünist partilerde dogmatizm ve sekterlik şeklinde kendini gösterir.


Kominternin 7.kongresinde şu sözlerle eleştirilmiştir: "bazı kapitalist ülkelerin komünist partilerinde bu "sol" sapma, süreğen hastalık haline gelmiştir."

Kısaca Lenin Uluslar Arası proleterya'nın çıkarlarına ters düşmeyecek şekilde, her türlü uzlaşmayı onaylıyor ve bu şartlar altında uzlaşmadan uzak akımı ise radikal birer sapma olarak adlandırıyordu.

Peki uzlaşma meselesinin endoktirinasyon ya da sol olduğunu iddia eden Terör örgütlerinin eylemleri ile ne ilgisi var? 1980 darbesi öncesinde ve sonrasında Türkiye de silahlı eylemleri tek örgütlenme ve propaganda biçimi olarak gören örgütler türemişti bunlardan en ünlüsü DEV-SOL/DHKP-C idi.

Aslen tarihi şöyle olan1978 yılı yaz aylarında devrimci yol'un çizgisini pasifist ve reformist bulan dursun karataşbülent uluer ve paşa güven önderliğindeki bir grup tarafından başlatılan "devrimci sol" dergisi ile ortaya çıkan silahlı oluşum. aralarından ayrıldıkları dev-yol'un legalizme de göz kırpan uygulamalarıyla sorunları olan grup ve bu yüzden bu ayrılığı yaşayan örgüt, çayan ve thkp-c çizgisini ve düşüncesini yeniden yeşertme amacıyla ortaya çıktılar. üniversitelerde ise mevcut dev-genç'ten bağımsız olarak, yine aynı isimle kendi gençlik oluşumlarını kurdular.

Devamı linkte.


Bu örgüt 1980 darbesinin getirdiği ağır işkenceler ve toplumsal tramvayı (ki 80 öncesi de bunlar aslında halı hazırda ülkede bulunuyordu ya) bahane ederek kendi anlayışlarına göre ''devrimci şiddet(!)'' uygulayan ve hiç bir şart altında uzlaşmayı kabul etmeyen (sendikal mücadele, legal partilerde mücadele, etkin pişmanlık vb.) şiddeti anlamsız bir biçimde öven ve devam ettiren halkın çok büyük bir bölümünün kendilerine karşı yargısını bildiği halde sözde halk için davrandığını iddia eden bir oluşumdur.

Darbe süreci ve öncesinde çokça fraksyondan ve görüşten insan işkence görmüş olmasına rağmen böyle radikal eylemlere baş vurmamıştır. 80 darbesinin ardından, dış dünyada gidecek bir yeri kalmayan ve kendisini grup dışında sudan çıkmış balık gibi hisseden örgüt üyeleri için örgütün kararlarına itaat, var olmanın yegane yöntemi haline gelmiştir. Kişi var oluşunu sadece itaat etmeye bağladığında; sorgulama, gerçekliği sınama, empati kurma gibi becerilerin kullanımı azalır ve örgüte uyum hayattaki en önemli düstur haline gelir. 

Bunun bir adım sonrasında verilecek katliam emirlerine uymak işten bile değildir. Grubun bir terör örgütüne dönüşümü de işte bu noktada olur. Terörist gruba katılanların gerçeklik algısı, belirli bir ölçüde zedelenmiştir ve kararlarını dış gerçeklikten ziyade psikolojileri, fantezileri, iç dünyaları etkiler. Artık mesele ideolojik değildir, artık sınıf için çalışma değil dar örgüt hücresi için çalışma söz konusudur, terörist saldırı ve girişimler, terör grubunun bastırdığı var olma-yok olma kaygısını azaltmaya yarar

Zaten bozuk olduğunu düşündükleri ve canavarlaştırdıkları bir sistem yahut kitleye, saldırıların sorumluluğunun onlarda olduğunu bildirirler söylemlerinde. Böylece mutlak kötü olan düşmanla kendi varoluş amaçları ve onurları için, mutlak iyi olarak dövüşmek zorunda kaldıklarına giderek daha fazla inanırlar. Bu noktada gerçeklik algısı daha da zedelenir. Kendilerini kurtarıcı olarak ilan eder ve ötekini şeytanlaştırırlar. Kendilerini adanmış kişiler olarak görür ve sorumluluğu üzerlerine almazlar. Saldırı sonuçlarını küçümser, mağdurların bu saldırıyı hak ettiğini düşünürler.

Bu örgüt katlettiği bir çok asker, polis ve vatandaşın yanında kendi üyelerinden birçok kişiyi de örgüt içi mücadeleler sonucunda ajanlık, muhbirlik suçlamalarıyla öldürmüş veya işkencelerden geçirmiştir.

bunlardan özellikle ajanlık suçlamasıyla Bayrampaşa cezaevi'nde diğer örgüt üyesi arkadaşları tarafından 1,5 yıl boyunca işkence ve baskı gören Semra Duyar'ın bu 1,5 yıl boyunca yaşadıklarını anlattığı anıları'ndan bir bölüm paylaşalım: 



örgütle ilgili sorgulama sürecine cezaevine girdikten ve burada yaşadıklarımdan önce başlamıştım. bırakmayı istiyordum örgütü ve bunu defalarca dile getirmiştim. her seferinde farklı bir bahaneyle bunu duymazlıktan geliyor ve bana ihtiyaçları olduğunu, bırakamayacağımı söylüyorlardı. “darbe süreci, sana ihtiyaç var, operasyon oldu toparlanmalıyız, yakında parti olacağız…vs..” açıklamalarla bırakmamın mümkün olmadığını hissettiriyorlardı. üstelik her bırakmak istediğimde bir üst konuma sıçratıyor ve yeni sorumluluklar veriyorlardı. verilen işleri isteksizce yapıyordum. örgütle ilgili yaşadığım çelişkiler, gördüğüm çarpıklıklar ve bunun sonucu olarak örgütü bırakmak istiyor oluşum dikkatimi ve motivasyonumu dağıtmıştı. bu duygu, düşünce ve ruh hali ile gözaltına alınmıştım. gözaltında olduğum süre içindeki tek düşüncem bir an önce cezaevine gitmek, bir biçimde bırakmak istediğimi söyleyerek örgütten ayrılmaktı. örgütle ilgili birçok çarpıklığı görmeme ve çelişkiler yaşamama rağmen, sorun yaşamadan ayrılma isteğimi dürüstçe ve bir biçimde ifade ederek ayrılmak istiyordum. daha önce ayrılma isteğimi belirttiğim dönemlerdeki gibi kolay kolay kabullenmeyecekleri ve beni ikna etme çabası içine gireceklerini düşünüyordum. ama kararım kesindi. kabul etmemeleri ya da beni ikna çabaları sonuç vermeyecekti.

Keza yukarıda da gördüğünüz gibi DHKP-C uzlaşıya karşı dar örgütü devam ettirebilmek için sürekli şiddeti ve ölümü öven bunu feda kültürü adı altında, teorize edip allayıp pullayarak sanki devrimci bir düşüncenin ürünüymüş, gibi buna sığınıp 20'li yaşlarındaki gencecik insanları bellerine başlarına kilolarca bomba bantlayıp kalabalıkların arasına salma pratiğine sıkışıp kalmış bir zavallılar ocağıdır.

Bu zavallı ocağı varlığını sürdürmek için canavarlaştıracağı bir düşmana ihtiyaç duyar bu düşman ''Katil Devlettir'' burjuva siyasileri ise sola karşı yaratacakları şiddet için halkın rızasına ihtiyaç duydukları için, bu tip örgütlere ihtiyaç duyarlar. Bütün kadrolarını tek tek ölüme gönderip arkalarından güzellemeler, kasetler, eylemler, tiyatrolar düzenleyerek bugün üç beş kişiden ibaret bir cühela kalabalığına dönüşen bu gelenek nasıl olur da en başta kendi insanlarına ölümü bu kadar özendirebilir, hem de yaşamı güzelleştirmek için. nasıl olur da öldürmeyi bu kadar gündelik bir iş olarak sıradanlaştırabilir? bu, devrim, halk, bilmem ne değil düpedüz koca bir yazıktır. ve kapkara bir utanç anıtı olarak dikilmektedir muazzam değerler yaratmış Türk solunun tarihinde, geleneğinde.
Aynı Eichmann örneğinde olduğu gibi kötülük sıradanlaştırılmaktadır. 

Bu örgüt mensupları ve sempatizanları arasında polis öldürmekten yani insan öldürmekten çekinen kimse yok. Yıllardır yapılan bu saldırılar çeşitli bahanelerle savunuluyorlar. Yani bu örgüt mensup ve sempatizanları, kendi sebeplerince insan öldürmeyi kendilerine hak olarak görüyorlar.

Hal böyleyken, polis içerisindeki  bir kesimin gösterdiği aşırı şiddet olayını, insan öldürmeyi kendine hak olarak gören mensup ve sempatizanların bağlı bulunduğu örgüte yönelik hafifletici sebep olarak öne sunuyor. Tam bir paradoks. 
Polis dediğin hepsi birbirinin aynı insanlardan oluşan yekpare bir bütün değil. çoğu, adam gibi bir iş bulabilse polis bile olmayacak normal insanlar. ve çoğunun yaptığı işte etik bir problem yok, trafiğin düzenini sağlıyor, tecavüzcü - katil kovalıyor vs. sanki bütün polisler rotasyon halinde işkence yapıyormuş gibi davranmak neden?


Son söz


Yukarıda yazarken benim yorulduğum ama aslında kısa özetler halinde; endoktirinasyon ve şiddetin toplumda hangi şekillerde karşımıza çıktığına dair bir girizgah yaptık. Allah var bu işin daha merkez siyaseti, ölüm emirleri, PKK'sı, yabancı medya örgütlerinin Türkiye'ye gelmesi, sosyal medya etkisi  Mavi balinalar ve momo gibi internet oyunları ve bir çok insan deneyinin sonuçlarının okunması üzerine ve en son şu çağda ne yapılması gerektiği üzerine bir kaç yazı daha yazmam gerekiyor.

Kapatırken son link olarak şunu bırakıyorum: Anarşi yok Büyük Derleniş.





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder